DUVARA ANLATTIKLARIM…

DUVARA ANLATTIKLARIM…

Baktım ki dinlemiyorlar, ben de duvara anlattım, O dinledi…

 

Dağlara çıkmaya başladıktan sonra fark ettim ki, ömür de bir dağ tırmanışı gibi. Yaşın ilerledikçe gençliğinin enerjisi ile zirveye doğru tırmanıyor, zirvede bir müddet kaldıktan sonra da gücün giderek azalarak yorgun bir şekilde aşağıya doğru iniyorsun. Ama çıkarken ki Sen ile,  inerken ki Sen artık asla aynı değil. Mühim olan bu tırmanışta hayatımıza neler kazandırdığımız, gençliğimizi, hayatımızı geride bırakırken, çantamıza neleri doldurduğumuz.

Geçen hafta kendime “şimdi daha genç olmak ister misin? ” diye sordum, cevabım “evet isterim” olsa idi, önümde daha uzun bir hayat olacaktı belki, ama ben bulunduğum durumu seçtim. Çünkü, dünyanın yaşanabilecek en güzel dönemlerinden birinde çocukluğum ve gençliğim geçti.

Hem biliyor musunuz? Benim kuşağım Dünya savaşı görmedi. Buna rağmen şikayetlerimiz olmadı mı? Oldu tabi ki. Sağcı, Solcu çatışmaları ile geçen dönemler,  petrol krizi, akaryakıt, tüp, gaz, şeker, sigara, sana yağ alabilmek için uzun kuyruklarda beklemek. Bir deyişle “70 sente muhtaç” olduğumuz günler.

Ama o dönemin saflığı ve masumiyeti ise, hatıralarımızda hep sıcacık kaldı.

Ben Küçükken dünyam da  küçücüktü, zaman yavaş akardı. Sanki günler 24 değil de 36 saatti. Bir günümüze hiç acele etmeden her şeyi sığdırırdık.  Ankara’nın merkezi  Kızılay’da oturur ama caddede top oynayabilirdik. Çünkü tek tük araba geçerdi.  Akşamları konu komşu açık hava sinemalara giderdik. Mahalle bakkalından veresiye defteri ile alışveriş yapardık. Sütü Sütçüden, yoğurdu ise Yoğurtçudan alırdık. Kış geceleri bozacının sesi inletirdi mahalleyi, bir de güven veren Bekçi amcanın düdüğü.  Ramazan gecelerinde sahurda evden eve ikramlar giderdi. Akşam olurken kapıyı çalan komşunun kızı, “eğer müsaitseniz annemler size gelecek” derdi. Ve gelen komşular ile TV seyredilmez, sohbet edilirdi.

Hemen her evin bahçesi vardı, bahçede ise çeşit çeşit meyve ağaçları, mahallenin çocukları ile meyveleri dalından yemek için bahçelere dalardık. Bahçede saatlerce sokak oyunları oynar, küçük kale maç yapar, düşer kalkar, dizlerimizin yarası hiç eksik olmazdı. Ellerimizin üstü soğuk havalarda üşümekten kanar, annelerimiz onlar yaraya çevirmesin diye kremle yumuşatır, biz ertesi gün soğuklarda yine eldivensiz veya ıslak ıslak eldivenlerimiz ile kartopu oynamaya devam ederdik.  Ama öylesine güzel ve temizdi ki dünyamız, hepimiz çok mutluyduk.

Dedim ya her şey yavaş ilerlerdi o zamanlar, buluşlar icatlar bile yavaştı. İnsanlık hayatını derinden etkileyen ateş, tekerlek, kağıt veya buharlı makineler gibi buluşların ya da icatların arasında çok uzun zamanlar geçerdi. Sonra yenilikler hız kazanmaya başladı ve hayatımız giderek kolaylaşmaya başladı. Ama yine de her şey daha yavaştı ve biz sindirebiliyorduk. Sonra… sonra hızlanıverdi hayat. Ve biz arkasından yetişemez olduk. Dik tırmanışlarda nefessiz kalmaya başladık.

Peki ne oldu da birden hayat bu kadar hızla akmaya başladı?

Ben doğmadan yaklaşık 10 yıl kadar önce insanlık tarihinin bana göre en önemli buluşu gerçekleşti, İnsanlığın gelişimine önemli rol oynayan, bilgisayarların, cep telefonlarının, uzay seyahatlerinin, uçakların, uyduların bugünkü haline gelmesine öncülük eden ve gelecekte aklınıza gelebilecek artırılmış gerçeklik( Metaverse ), yapay zeka, yıldızlara yolculuk gibi, çağ atlatan buluş, TRANSİSTÖR icat edildi.

Evimizdeki  “Lambalı Radyo” dediğimiz ve açıldıktan sonra sesin gelebilmesi için ısınmasını beklediğimiz devasa büyüklükteki Radyo yerine, Dayımın Alamanya’dan getirdiği ve kafasında tüylü fötr şapkası ile gezerken elinde taşıdığı pilli ve transistörlü radyoyu gördüğümde,  varlığından haberim oldu transistörün.  Ama tam olarak ne olduğunu, hızlı bir şekilde hayatımızı nasıl etkiyeceğini ve hatta alt üst edeceğini  henüz bilmiyordum.

İşte, insanlığın belki de kaderini değiştirecek bu en önemli buluş 1947 yılında, dünyanın en büyük telefon şirketi olan Bell kuruluşlarının araştırma laboratuvarlarında, William Shockley başkanlığında John Bardeen ve Walter Brattain´den oluşan ekibin çalışmaları sonucu ince bir germanyum tabakasından yapıldı. Bu transistör bir radyo devresine takıldı ve Brattain, defterine şu satırları yazdı: “Bu devre gerçekten işe yarıyor. Çünkü ses düzeyinde hissedilir bir yükselme sağlandı.”

Daha önce transistörün yerine kullanılan ancak fazlasıyla yer kaplayan büyük hacimli ve oldukça çok güç tüketen “Lamba” dediğimiz vakum tüplerinin yerini alan transistör, bu tarihten çok kısa bir sürede hızla geliştirilecek ve daha çok ısıya dayanıklı ”silisyum” elementinin kullanılması ile bir anlamda Silikon Vadisi yolculuğuna da başlamış olunacaktı.

Transistörün icat edildiği  yıllar, bilgisayarların da hayatımıza girmeye başladığı ilk yıllardı. 1946 yılında üretilen ENIAC, 17468 vakum tüpü ile çalışan ve elektronik veri işleme kapasitesine sahip ilk bilgisayardı. 2. Dünya Savaşında Amerikalılar tarafından askeriyenin balistik hesaplamaları için kullanılmıştı. Yaklaşık 167 m² bir alana sığıyordu ve ağırlığı otuz tondu.

Transistör işte bu dev canavarları hızla küçültmeye başladı. Daha 1960’lara gelindiğinde ilk hesap makinası  ile tanıştığımızda, personel computer (PC) kavramı da hayatımıza girmeye başlamıştı. Bünyesinde 2300 transistör barındıran ilk mikroişlemci 1971 yılında üretildiği zaman, Eniac’ın gücünü ve kapasitesini birkaç santimetrekareye sığdırmak artık mümkündü.

Ancak transistör tüm başarısına rağmen halen büyüktü ve çok daha fazla küçülmesi gerekiyordu. Robert Noyce Mikroçip dediğimiz daha küçük entegre devreleri icat ederek, Gordon Moore ile birlikte ortak bir şirket kuracaklar ve her yıl yoğunluğu ikiye katlanan, iki kat daha küçük entegre devreler üretilecekti. Böylece çok küçük bilgisayarların üretilmesinin de önü açılıyordu.

Örnek vermek gerekirse; 1971 yılında üretilen ilk mikroişlemcini içinde yukarıdaki örnekte olduğu gibi 2300 transistör var iken, 2000 li yıllarda bu sayı bir milyara ulaşacaktı. Bu günlerde bir iphone telefonda bile milyarlarca transistör mevcut.

Gördüğünüz gibi hayatımızı sadece aşklar yada savaşlar değiştirmiyor, bir icatta alt üst edebiliyor  Bu icatla lambalı radyodan, transistörlü radyoya, siyah beyaz TV ekranlarına , pal/secam/ntsc ye, çevirmeli ev telefonlarından, çağrı cihazlarına, araç telefonlarına ve cep telefonlarına, şimdi de akıllı telefonlara ve hatta arttırılmış gerçekliklere doğru çok hızlı bir yoldayız. Çok kısa bir süre içinde metaverse hepimizin hayatında yerini alacak ve çok kısa bir zaman sonra Yıldızlar arası yolculukları konuşacağız belki de.

Böylece, teknoloji ilerledi, hayatımız kolaylaştı(!).  Her şeye kolayca eriştiğimiz ama, mutlu olamadığımız zamanlar geldi 🙁  Ve biz yeniden geri saymaya, geçmişe özlem duymaya başladık. Nasıl mı? Hani hep büyüklerimizden duyardık ya…  “Nerde o eski bayramlar? “, “ Biz çocukluğumuzda” veya “Eskiden her şey başkaydı”  gibi cümleler, her geçen gün eskiye özlemlerimiz giderek arttı. Aslında artan,  teknoloji ile birlikte hayatımıza giren “Yalnızlaşma” duygusuydu.

Gelişen teknoloji ile hayatımıza Sosyal Medya denilen bir olguda girmişti ama biz acaba buna hazır mıydık? 2007 den önceki yaşamınız ile 2007’lerden sonra ki yaşamınızı şöyle bir düşünün. Nasıl hızla değişiverdi. Gerçek hayatımızda onlarca arkadaşımız varken, sosyal medya sayesinde binlerce arkadaşa ulaştık, sayı arttıkça da yalnızlaştık. Sokakta buluşup sosyalleşen gençler iken, bir kahve dükkanında buluşsak ta elimizdeki telefonlardan birbirimiz ile konuşamaz hale geldik.

Her geçen gün kapasitesi artan akıllı telefonlar ve diğer sistemler ile her şeyimiz kontrol altına alındı, sağlığımız bozuldu. Bağımlısı haline gelmeye başladığımız dijital esaretten kısa süreliğine kurtulabilmek için, henüz bozulmamış doğaya, dağlık alanlara kaçışlarımız hız kazandı. Daha bundan 20 yıl öncesine kadar, dağlara gittiğimizde bize “deli bu adamlar” gözü ile bakılırken şimdi gittiğimiz yöre halkı bile alıştı, bırakın soru sormayı, birçoğu bunu fırsata çevirdi ve ekonomik olarak gelir elde ediyorlar. Bundan sonra doğaya kaçışlarımız daha da hızlanacak ve temiz havada spor yapmanın, suyun, havanın, toprağın, rüzgarın iyileştirici ve olumlu etkisine daha çok ihtiyaç duyacağımız açık.

Hep söylerim zamanı ertelemeyin ve beklemeyin. Beklediğiniz gün hiç gelmeyebilir. Geçmiş Mazi, Gelecek ise Ati, yani belirsiz. Sizin için en önemli an bugün ve şu an. Şu an kararınızı verin ve bir şeyler değişmeye başlasın. Hiçbir şeyi beklemeyin, ne bayramı,  ne hafta sonunu, ne yaz tatilini, ne de yeni bir yılı. Ne yıllar bekledik, ne bayramlar geldi ama belki de acıları ile geldi. 2020’yi beklediğimiz günler çok yakında kaldı. Ne umutlar ile girmiştik yeni yıla, pandemi ile hayatımızda neleri bulduk. Yeni bir yıl yeni bir yaş mutlaka güzel bir şeye vesile olmayabilir, ama hala nefes alabiliyorsak, ertelediğimiz birçok şeyi yapabilmek için bir fırsat değil mi?

Bundan yaklaşık 15 yıl kadar önceydi. Bolca dizilere kendimizi kaptırdığımız bir akşam evde elektrikler kesildi ve 2 saat kadar gelmedi. Mum ışığında uzun uzun sohbet ettik çocuklarımla. Hatıralar, hikayeler, çocukluk anıları, iki saat su gibi akıverdi ve birden elektrikler geldi. Yeniden televizyona yöneldik. Şimdilerde Öğretmen olan küçük kızım “ keşke her akşam elektrik kesilse” dediğinde, cümlesi bıçak gibi saplandı yüreğime. Sevdiklerimizle nitelikli zaman geçirmemizdeki eksikliği fark etmemi sağladı kızım.

O günden sonra daha dikkat eder, daha çok sevdiklerime zaman ayırır oldum. Sadece sevdiklerime de değil, severek yaptıklarıma, beni mutlu eden şeylerin hepsine zamanımı çoğalttım. Daha çok doğaya çıkmaya, deniz kenarında yürüyüşler yapmaya, zaman zaman yalnız kalmaya, alıp başımı uzaklara gitmeye, sık sık yola çıkmaya, kısacası hayatı dolu dolu, sevdiklerimle yaşamaya başladım.

Sonra ne mi oldu? Ben yaşadıklarımdan çok şey öğrendim, çok şey kazandım. Bunlar benle gitmesin, paylaşayım, anlatayım istedim. Ama artık insanların birbirlerini dinlemediklerini gördüm. Ben de çözüm olarak beni dinlemeyenler olduğunda “duvarlara” konuşmaya başladım. Birileri sözcüklerimin boşlukta gezinen akislerini duyar belki.

Sözün özü; Hayat bize sunulmuş en güzel armağandır ve zaman denilen bir süreye sıkıştırılmıştır. Bu sürenin ne kadar olduğunu hiç birimiz bilemeyiz, ancak bu süreyi en verimli, bizi mutlu edecek şekilde ve nasıl kullanabileceğimize dair seçimler bize aittir. Buraya kadar bu yazıyı okuyan dostlarıma şunu yapın bunu yapın demeyeceğim. İnanın bu konuda tek bir doğru yok, herkes kendi doğrularını bulmak zorunda ama mutlu yaşayabilmek için öğrendiklerimden pay isterseniz;

  • Seni üzen ne varsa hayatından hızla uzaklaştır,
  • Öfkeden uzak dur,
  • Yola çık, bolca seyahat et,
  • Çocuk ruhunu asla kaybetme,
  • Tutkularının peşinden git,
  • Sevdiklerine ve dostlarına zaman ayır,
  • Çaresiz anlarında derin bir nefes al ve “Geçecek” de,
  • Sahip olduğun güzellikleri düşün,
  • Uykunu ihmal etme,
  • Gülmeyi hiç eksiltme ve bolca kahkahalarla gül,
  • Umudunu hiç kaybetme ve asla pes etme…

Ve son olarak, hayatın çok hızlı tüketildiği bir zamanda olsak bile hala çok güzel bir döneminde yaşıyorsun. Değerini bil. Hayatını dolu dolu, zirve tadında yaşa. Sağlıcakla kal…

ORHAN KOZAN

28 Aralık 2021, İzmir

NOT: Eğer yazının tamamını okuyarak buraya gelmişsen, teşekkür ederim sana dostum. Şimdi aşağıdaki linklere tıklayarak, yorum kısmına “Duvar bana söylediklerini aktardı” yazarsan mutlu olurum. tabiki başka şeylerde yazabilirsin.  Sevgilerimle.

facebook için : https://www.facebook.com/photo/?fbid=10159696651123159&set=a.41047038158

instagram için : https://www.instagram.com/p/CYBhkEps5wB/

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


*